Gündemimize girdiğinden bu yana, uluslararası kuruluşların her ülkeye ihracatını artırmalarını önermelerini anlamakta zorluk çektim. Herkes aynı anda aynı pazara ihracatını artırmaya kalkışınca ne olur? İhraç mallarının fiyatları düşer ve/veya bazı satıcılar piyasadan çıkmak zorunda kalırlar. Bu durumda, bir ülke tek başına düşünüldüğünde akla yakın gelen bu yaklaşım, tüm ülkeler bir arada düşünüldüğünde hiç de akılcı görünmüyor.
Küreselleşmenin ivme kazandığı son 30 yıllık süre içinde bu sorun pek gündeme gelmedi. Daha açık bir ifadeyle, rekabetten doğan kayıplar, yeni pazarlar kazanmanın sağladığı yararlara oranla sınırlı kalmış gibiydi. Bunun galiba en önemli nedeni, dünya ticaretinin, yani ihracat pazarının büyümesiydi. Ancak son birkaç yılda bu büyümenin de sorunsuz olmadığı anlaşılmaya başlandı. ABD'nin dış ticaret açığı bu gelişmede çok önemli bir rol oynuyordu. ABD ekonomisi büyüyor ve büyüdükçe de ithalatı artıyordu. Bu da küresel pazarın daha da büyümesini sağlıyordu. 2007'de başlayan kriz, bu sürece son vermediyse bile, ABD'nin bu bağlamda oynadığı rolün daha iyi anlaşılmasına yol açtı. Üstelik ABD'nin bu yolda devam edemeyeceği de ortaya çıktı. Özetle, ‘ihracata dayalı gelişme stratejisini' yeniden düşünmenin zamanı geldi. Bununla yeni koşullarda ekonomik gelişmemize katkı yapacak biçimde ihracatı nasıl sürdürebileceğimizi sorgulamayı kastediyorum, yoksa ‘ihracattan vazgeçip kendi içimize kapanmayı' değil.
Türkiye'nin ihracatı son krizde özellikle Avrupa'nın talebinin düşmesi nedeniyle olumsuz etkilendi. Bu etki hem mal talebindeki düşüş hem de Avrupa bankalarından sağlanan finansmanın azalması biçiminde kendisini gösterdi. Hangisinin başat olduğu konusunda, bilebildiğim kadarıyla somut bir sonuç yok. Ancak önümüzdeki döneme bakınca, Avrupa bankalarından temin edilebilecek finansmanın etkin bir kısıt olmaya devam edeceği anlaşılıyor. Bu durumda Avrupa'nın toparlanabileceği varsayılsa bile, bu bölgeye ihracat yapabilecek ülkelerin ihracatçılarının gereksinim duyduğu krediyi sağlayabilenler olacağı anlaşılıyor.
Türkiye'nin bankacılık sisteminin, ekonomisine oranla küçük olduğu malum. Ama bunun ötesinde bankaların ihracat kredisi vermeyi mi, yoksa örneğin tüketici kredisi vermeyi mi daha kârlı bulacakları da önemli. Bu bağlamda unutulmaması gerek bir nokta da ihracat faaliyetlerindeki risk. Avrupa'ya ihracat yapmış olan bir firmanın ileride de bunu başarabilme olasılığı önümüzdeki dönemde biraz daha düşük olacak gibi görünüyor. Bunun temel nedeni Avrupa pazarında rekabetin daha da artacak olması. Dolayısıyla Avrupa pazarına ihracat yapan bir şirkete ilişkin tahminler ederken geçmiş dönemlere ilişkin bilgiler eskisi kadar yol gösterici olmayabilecek. Ortaya çıkan bu bilgi eksikliği nedeniyle de bankaların gözünde ihracatçı şirketler eskiden olduğuna oranla daha riskli görünebilecek.
Bu eğilimi yumuşatacak olan ise Türkiye'nin ihracatının giderek uluslararası üretim zincirinin bir halkası olup Türkiye'de faaliyet gösteren şirketlerin ürünlerine (otomotiv vs) kaymış olmasıdır. Bu tür ihracatı yapan şirketler zincir içindeki diğer kuruluşlar (örneğin ihraç ettikleri ürünü satın alan ya da ithal ettikleri ara mallarını satan şirketler) aracılığı ile kredi temin edebilmektedirler. Bu uygulamanın devam etmemesi için de görünürde bir neden yok. Ancak Türkiye'nin dış ticaret politikası üzerinde düşünürken, bu tür faaliyetlerin ülkenin başat ihracat biçimi olmasının kazancı ve maliyeti üzerinde de düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla ihracatımızı sadece pazar olarak değil, mal çeşidi ve ihracatı yapan kuruluşların niteliği itibariyle çeşitlendirmek istiyorsak, finansman, üretim teknolojisi ve yeni ürün yaratma kapasitemizi artıracak biçimde dış ticaret politikamızı uzun dönemli bir bakış açısıyla ele almamız gerekiyor. Al[a]mazsak, önümüzdeki dönemde ihracattan fazla bir şey beklemeyelim.
Kaynak: Referans