İlk üyelik başvurumuzdan bu yana 50 yılı, adaylık statüsü kazanmamızdan itibaren de 10 yılı aşan bir süre geçmiş olmasına karşın henüz üyeliğe kabulümüz konusunda hiçbir ülke, kurum, ya da kişi sağlıklı bir öngörüde bulunamamakta, Almanya ve Fransa gibi en etkin ve yetkin konumda olan ülkelerin liderleri ise üyeliğimize açıkça karşı çıkmakta, "imtiyazlı ortaklık" adı altında içeriği belirsiz, nevi şahsına münhasır (sui generis), AB tarihinde uygulaması olmayan bir statüyü ülkemize kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Tarihsel açıdan yaklaştığımızda, Türklerin 1500 yılı aşkın Avrupalılığı hiçbir şekilde yadsınamaz. Atilla'nın Paris'e, o zamanki adıyla Letitia'ya, Lyon'a kadar uzandığı, başkentinin günümüzün Budapeşte'si olduğu, ordularında Latin ve Cermen kökenli unsurlar bulunduğu, nitekim kendisini Lyon savaşında durduran Aetyüs'ün de daha önce Atilla'ya bağlı bir komutan olduğu, özellikle Macar ve Fin dillerinde Batı Hun İmparatorluğu döneminden kaldığına inanılan Türkçe sözcükler bulunduğu, Atilla'nın, 57 yaşında belirsiz bir nedenle ölmemesi durumunda, Fatih'ten 1000 yıl kadar önce İstanbul fatihi olacağı Batılı tarihçilerce de genellikle kabul edilen gerçeklerdendir.
Diğer yandan 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'ya yerleşen Türklerin Avrupa ile sürekli temasta olduğu, Osmanlı'nın yüzyıllarca Avrupa'nın Macaristan, Romanya, Moldova, Bosna, Hersek, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan dahil çok önemli bir bölümünde egemen olduğu, anneleri nedeniyle Orhan Gazi'den sonraki padişahlarımızın çoğunlukla Avrupalı kanı taşıdığı, sadrazamlar, paşalar, büyük sanatkarlar dahil Avrupa kökenli toplum liderlerimizin bulunduğu da tarihlerin yazdığı gerçekler.
Bugünkü durumda Avrupa'da yaşayan milyonlarca insanımızın politikacı, iş adamı, bilim adamı, sanatkar, işçi, sporcu olarak bulundukları toplumlara, özellikle Almanya ve Hollanda'da çok başarılı adaptasyon örnekleri sunduğu da herkesçe bilinmekte.
Bu denli iç içe olmamıza karşın Avrupa'nın Türkiye'yi, Türkiye'nin de Avrupa'yı genellikle benimseyemediğini görmekteyiz. Ortalama Avrupa'lının gözünde "atlarının geçtiği yerde ot bitmeyen " bir ulusun bireyleriyiz. Üstüne üstlük, aslında bir barış dini olan İslam'a son yıllarda intihar bombacısıyla özdeşleşen kökten dinciler de sızmış durumda. Kanımızca, yakın bir geçmişte Yunanistan'ın ülkelerindeki Türkleri, Türk değil Müslüman diye tanımlamaya çalışmasından da anlaşılacağı üzere ulusal kimliğimiz batı için dinsel kimliğimizden daha öncelikli bir red sebebi olarak ortaya çıkıyor. Yüzyıllarca geride kalsa da Avrupalı'nın çocuğunu "Türkler geliyor" diye korkutarak uyutması; uzun yıllar uyguladığımız devşirme usulü ve akıncılık geleneğimiz de karşımızdakileri anlamaya dönük empati unsurları olarak değerlendirilebilir.
Türklerin Avrupa'dan soğumasının, insanlarımızın AB'yi onaylamasının yüzde 27'lere kadar gerilemesinin temel nedenlerinin geniş anlamda "Sevr psikolojisi" ve 50 yıldır oyalanmanın yarattığı "ulusal gurur incinmesi" olduğu düşünülebilir. "Sevr psikolojisi" derken sadece 1920'deki anlaşmayı değil, 1800'lerden itibaren biz Batı'ya yaklaşmaya çalıştıkça, Batı'nın azınlıkları kullanarak İmparatorluğun yüzde 80'ini kaybetmemizin başrol oyuncusu olması, günümüzde de ırksal ve mezhepsel yeni azınlık sorunları yaratılarak "Misak-ı Milli" sınırlarının bile tehlikede olduğu izleniminin yaratılmasıdır.
Bugünkü durumda temel öncelik fobi olarak nitelenebilecek, yukarıda özetlemeye çalıştığımız toplumsal değer yargılarının yıkılması olmalıdır.
Kopenhag kriterleri olarak bilinen demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıkların korunması; 33 fasıldan oluşan, 12'si müzakereye açılan, 8'i askıya alınan, diğerleri AB Konseyi ve AB Komisyonu'nda görüşülmekte bulunan ve henüz hiçbir faslı kapatılmamış bulunan 120 000 sayfalık Avrupa Birliği Müktesebatına uyum çalışmaları önemli olmakla birlikte tarihsel fobi ve değer yargıları yumuşatılıp karşılıklı güven ortamı yaratılmadıkça, üyeliğin gerçekleşmesi bakımından hiçbir kriter ve faslın önemi kalmayacaktır.
Kanımızca, Kıbrıs ve Ermenistan ilişkileri bakımından söz konusu edilen, toplumlar arası "Güven Artırıcı Önlemler Paketi"nin, tarihi fobi ve değer yargılarını değiştirecek bir kapsamda Türkiye ve Avrupa Birliği arasında yürürlüğe konulması, gerek ülkemizin, gerek Avrupa'nın, gerekse tüm dünyanın yararına olacaktır. Yaratılacak karşılıklı güven ortamında, bilgi çağını yaşayan küreselleşen dünyamızda, genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyeti, yakın bir gelecekte tüm kriterleri karşılayacak, AB Müktesebatı'na uyum çalışmalarını da başarıyla tamamlayacaktır.
Kaynak: Dünya