Ama aslında sorun ya da soru umut olup olmaması değil. Kendi kaderini, hatta belki de Avrupa'nın, bir ölçüde de dünyanın kaderini belirlemek konusunda Türkiye'nin iradesinin olup olmadığı. Eğer böyle bir irade varsa veya oluşturulabilirse, Türkiye'nin kenarda-köşede beklemesine, AB'nin sığ görüşlü siyasilerinin bizim ve dünyanın geleceğini belirlemesine seyirci kalmaz.
Türkiye, kendini dönüştürüp AB'nin siyasi ve ekonomik ortalama standardına ulaşmaya çalıştığı kadar AB'yi de değiştirmeye çalışır. Unutmayalım, biz, AB'ye yabancı düşmanı, ırkçı, genetik olarak faşist, antisemit olduğu için değil Aydınlanmanın değerlerini temsil ettiği, insan hakları ve demokrasinin kalesi olduğu, sorunları barışçıl yöntemlerle çözmeye çalıştığı, Kantçı bir barış alanı yaratmayı hedeflediği için üye olmak istiyoruz.
Türkiye'ye Müslüman kimliği yüzünden tahammül edemeyen, bir türlü tam olarak aşamadığı ırk ayrımcılığını din ayrımcılığına dönüştüren bir AB'de ne işimiz olabilir? Türkiye üye olacaksa Aydınlanmanın değerlerinin AB'sine üye olacak. Türkiye'yi üye olarak kabul edebilen bir AB ideallerine dönecek. Bu yüzden Türkiye'nin AB üyeliğine artık farklı bir açıdan, daha doğrusu içeriden bakması gerekiyor.
Biz bu zamana kadar AB'yi kendi dışımızda, siyasi irademizden bağımsız, şekillenmesi ve yönetilmesi imkânsız bir oluşum olarak gördük. Artık bu bakış açısını değiştirmemiz ve onu yönetmeye, yönlendirmeye talip bir siyasi irade ile ortaya çıkmamız gerekiyor. Nasıl ki siyasi partilerde ifadesini bulan siyasi irade yönetmeye talip oldukları ülkelerin tercihlerini değiştirmek üzere yola çıkıyorsa, Türkiye de AB'yi değiştirmek üzere yola çıkmak durumunda.
Türkiye'nin AB üyeliğini bir iktidar mücadelesi olarak görmeliyiz. Bu mücadeleyi kazanırsak üye olmak istediğimiz kulübü köklü bir şekilde değiştireceğiz. Dünya siyasetindeki ağırlığı, sorunlara kalıcı çözümler üretme yeteneği artacak. Kazanamazsak zaten kaybedilecek bir şey yok. Dünyada her şey yine eskisi gibi akıp gitmeye devam edecek, Türkiye AB ekonomik alanı ile ilişkilerini sürdürecek, dış politikada ve güvenlik alanında çıkarlar uyuştuğu oranda ortak hareket edilecek.
Ancak kazanmak için de, kaybettiğinde kaybetmemek için de hazırlıklı olmamız şart. Kazanmak için önce değişmemiz, siyasi reformlarla daha demokratik bir ülke haline gelmeliyiz. Kürt sorunu yönetilebilir boyutlara indirgenmeli, "soykırım" cinsi saplantılardan kurtulmalı, Ermenistan ve Kıbrıs da dâhil komşular ile ilişkiler normalleştirmeli, azınlık haklarına saygı göstermeyi öğrenmeliyiz.
Türkiye her açıdan bir hak ve hukuk devleti olmalı. Siyasi reform yapmanın başkasının baskısıyla bile olsa kendisi için iyi olduğunu içine sindirmeli. Reformu fedakârlık olarak görmemeli. Zaten hiçbir alanda da fedakârlık yapmamalı. Mesela Kıbrıs'ta bulunacak bir çözüm yerleşik parametreler dışına taşıyorsa, çözüm kendi içinde tutarlı değilse, Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye'nin hak ve ayrıcalıklarını yeterince korumuyorsa, AB üyeliği için Türkiye çözüme razı olmamalı.
Bu şartlar altında üyelik mücadelesi kaybedilirse, yani Türkiye'nin temsil ettiği AB değerleri iktidara gelemezse, Türkiye'nin kaybedeceği bir şey olmaz. Yarattığı emsalle siyasi mücadelesini sürdürür. Türkiye'nin üyeliğini reddeden AB'nin dünya siyasetinde azalacak ağırlığını telafi edici önlemler geliştirir. Aynı zamanda da üyelik sürecimizin bazı üyelerin "milli çıkarlarını" dayatmasının aracı olarak kullanılmasını engellemiş olur.
Hiç aklımızdan çıkartmayalım, Türkiye'nin üyeliği sıradan bir üyelik değil. Avrupa'nın Avrupalılaşmasını öngörüyor. Bizim kadar, hatta daha fazla onlar da değişmek zorunda. Ama onların değişimi çok daha zor. Biz sadece daha demokratik, insan haklarına daha saygılı bir ülke olacağız. Onlarsa yüzlerce yıldır inandıkları değerlerden vazgeçecekler, kendilerini farklı bir şekilde tanımlayacaklar.
İnsaflı olun, böylesine büyük bir değişim yardımsız olmaz. Türkiye AB'ye yardımcı olmak, hamasi bulabilirsiniz ama ona liderlik etmek zorunda…
Kaynak: Referans Gazetesi