Anasayfa / Sektörel / Sektör Haberleri / Ekonomi / İş Dünyası / AVRUPA KALESİ EKONOMİYE TAZE KAN OLUR MU?

AVRUPA KALESİ EKONOMİYE TAZE KAN OLUR MU?

AVRUPA KALESİ EKONOMİYE TAZE KAN OLUR MU?20.02.2013

Okan Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Taner Berksoy, küresel krizden oldukça yüksek büyüme hızı ile çıkan Türkiye için 2012’de en temel sorunu ‘büyümeme zeminine kayış’ olarak gösteriyor. 2012 yılında Türkiye ekonomisinin kendi işleyişi içinde üreyen önemli bir sorun yaşamadığını düşünen Berksoy, “Türkiye ekonomisi, belki kendi içinde dengelenme problemleri üretmedi ama büyük ölçüde dışarıdan bulaşan çok önemli bir performans problemini de aşamadı. Öteki ülkelerde olduğu gibi Türkiye ekonomisi de 2012 yılında önemli ölçüde yavaşladı” diyor.


Ekonomideki hız kesme eğiliminin 2011 yılına uzandığına dikkat çeken Prof. Berksoy, 2011’in üçüncü çeyreğinde yüzde 8.4 olan büyüme hızının son çeyrekte yüzde 5'e gerilemesiyle yavaşlamanın başladığına işaret ediyor. Berksoy’a göre büyüyememe sorununun altında ekonominin iç talebinin ciddi biçimde gerilemiş olması yatıyor. “Özel tüketim ve yatırım harcamalarının yılın büyük kısmında fiilen gerilemiş olması ekonominin içten patlamalı motorunun adeta durduğu şeklinde yorumlanabilir” diyen Berksoy, yavaşlama etkisi yaratan iç talep gerilemesinin kısmen de olsa dış talepteki (net ihracat) genişleme ile telafi edildiğini aktarıyor.

Bunun yeni bir eğilim olmadığını ve Türkiye ekonomisinde yavaşlama süreçlerinde dış talebin öne çıkmasının alışıldık bir durum olduğunu ifade eden Berksoy şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bu kez de böyle olduğu söylenebilir. 2012’de de dış taleple yol alan bir ekonomi gibi büyüdük ama bu sürdürülebilir değil. Türkiye ekonomisinin yapı karakterleri ile uyuşmuyor, ekonominin tarihsel deneyi ile örtüşmüyor. Biz genellikle iç taleple büyüyen ve dış talebi de sürekli negatif olan, yani hep ithalat fazlasıyla yürüyen bir ekonomiyiz.”
Bu yıl tartışmaların büyümenin ne tür bir patika izleyeceği yönünde süreceğini aktaran Berksoy, 2013 için Türkiye ekonomisinde yüzde 4’lük bir büyüme öngördüğünü, cari açıktaki düşüşün de yerini yeniden yükselişe bırakacağını vurguluyor.

Türkiye ekonomisi açısından 2012 nasıl bir yıldı?

2012, en basit ifadeyle ortalamanın altında bir yıldı. Dünya ekonomisindeki durgunluğa paralel olarak Türkiye ekonomisinin de yavaşlayacağını düşündük. Hatırlarsanız yılbaşında bu yavaşlamanın sert mi yoksa yumuşak mı olacağı yönünde tartışmalarımız da oldu. Bu tartışma bir anlamda yılın son çeyreğine kadar devam etti. Aslında ilk iki çeyrekte açıklanan veriler büyümenin yavaş bir şekilde başladığını gösteriyordu. Ardından 3. çeyrekte sert bir iniş oldu. Henüz açıklamayan 4. çeyrek rakamları da bir önceki çeyreğe benzer bir görünüm sergileyeceğe benziyor. Dolayısıyla yüzde 2.6 gibi bir hızla 2012’yi bitirdiğimizi tahmin ediyorum. Her ne kadar gelişmiş Batı ülkeleri ve büyük ekonomilerle mukayese ettiğiniz zaman yüzde 2.6’lık büyüme fena sayılmasa da, genel itibariyle değerlendirdiğimizde iyi bir skor olmadığını kabul etmek durumundayız. Çünkü bizim 2002-2007 arasındaki büyüme ortalamamız yüzde 7, rakiplerimizin de hızları aynı oranda veya daha üzerinde.
Öte yandan bizim adeta yapısal olan bir işsizlik boyutumuz var. Haliyle krizler olduğunda da bu işsizlik artıyor.

Bizim bu işsizliği aynı noktada tutabilmemiz için, yılda yüzde 5 civarında büyümemiz ve onun elverdiği ölçüde yeni iş imkanları yaratmamız lazım.

Peki büyüme oranlarının aşağı inmesinde iç mi yoksa dış faktörler mi etkili oldu?

Bu yavaşlamanın temel ivmeleri içeriden gelmedi, hafifletici nedenimiz de bu zaten. Yani ekonomide, iktisat politikalarında yanlışlar yapıldı da bu noktaya geldik diyemeyiz. Dünya genelindeki küresel durgunluğun bizi yavaşlatmasının yanısıra iki büyük partnerimiz olan AB ve ABD 2012’de kendi sorunlarını çözememelerinin sıkıntısını yaşadılar. Ayrıca büyük pazarlarda bu durumun yarattığı, süregelen bir risk vardı. Bu da sanki Türkiye ekonomisi de risk altındaymış gibi bir imaj yarattı. Nerede risk varsa, orada tüketiciler tüketim harcamalarını, yatırımcılar da reel yatırım harcamalarını kısarlar. Bizde 2011’in son çeyreğinden bu yana aynı tablo hakim. Bu iki kalem çok yavaş artarsa veya hiç artmazsa ekonomiyi sürükleyip götüren iç talep dediğimiz büyüklük hemen hemen ortadan kalkıyor gibi. Nitekim bunu 2012’de çok net olarak gördük.

İhracatçıların kırdığı Cumhuriyet tarihi rekoru büyüme rakamlarına nasıl yansıdı?

2012’de ekonominin yavaşlamasına paralel olarak ithalat azaldı. Avrupa pazarındaki hızlı gerilemeye rağmen ihracat ise şaşırtıcı bir ölçüde arttı. Bunda kuşkusuz ihracatçılarımızın alternatif pazar açılımları etkili oldu ve ihracatta Ortadoğu, Afrika ve Türki Cumhuriyetleri ortaya çıktı. Bunun ne kadar devam edeceğini bilmiyoruz, daha önce de bu tür deneyimlerimiz oldu. Kriz sırasında kendimizi yeni pazarlara atıyoruz, kriz bitinde ise bir anda eski alışkanlıklarımıza dönüyoruz. Ama bu defa tablo biraz daha değişik görülüyor. Türk ihracatçıları her pazara kolayca girebiliyor ve orada uzun soluklu da kalabiliyor. Elbette Avrupa hep böyle bir ayağı çukurda gitmeyecek, pazar ivme kazandığında geleneksel müşterimize geri döneceğiz. Eğer Avrupa ile birlikte yeni pazarları da götürebilirsek, önümüzdeki dönemde ihracatımızın çok hızlı artma olasılığı var. Bu bizim süregelen cari açık problemimizi de kontrol altında tutar.

POPÜLİZMDEN UZAK POLİTİKALARA İHTİYAÇ VAR

Türk ekonomisinin son yıllardaki performansını masaya yatırdığımızda sürdürülebilir büyümeyi yakaladığımızı söyleyebilir miyiz?

Son 5 seneye baktığımızda bu soruya net bir şekilde cevap vermek oldukça güç. Özellikle küresel kriz sürecinde Türkiye ekonomisi çok başarısız değildi. Bütün ülkelerle birlikte o da negatif büyüme, üretim ve istihdam kaygı gibi sorunlar yaşadı ama çok yüksek bir ivmeyle krizden çıktı. 2010-2011 yıllarında büyümede dünya ikincisi olduğumuzu konuşuyorduk ama herkesle birlikte bizde de aşağı doğru bir iniş başladı. İstihdam avantajı sağlayabilmemiz için bizim yüzde 5 veya üzerinde büyümemiz gerekiyor. Bu da birtakım kamu dayatması ile tasarrufları artırmamız gerektiğini ortaya çıkarıyor. Kamu tarafından bireysel emekliliğe verilen destek de bu bakımdan önemli bir adım.

Göstergelere baktığımızda yıllık yüzde 6 civarında bir büyüme hızını tutturabiliriz gibi gözüküyor. Ancak büyüme oranının yüzde 11’lere zıplamasına da pek müsaade etmemeliyiz, çünkü bu oran bizim için sürdürülebilir değil. Hızlı büyüyüp sonra geri adım atmamızın önüne ancak özenli, dikkatli, popülizmden kaçan iktisat politikalarıyla geçebiliriz. Her yıl yüzde 6 büyüyen Türkiye, hem bize basamakları hızlı tırmandırır, hem de bizi inanamayacağımız kadar farklı bir ekonomi haline getirir.

Hem mevcut tablo göz önünde bulundurulduğunda, hem de 2023 hedefleri dikkate alındığında Türkiye’nin ekonomide yeni bir büyüme modeline ihtiyacı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Büyüme modeli, oldukça ilginç bir tartışma. Biraz da eski dünyadan kalma bir tanım olduğunu düşünüyorum. Çünkü tamamen serbest piyasa ve serbest girişimden oluşan bugünün dünyası bu tür kurgulara pek müsaade etmiyor. Türkiye için dengesizliğe müsaade etmeyen, ileriye dönük olarak doğru sektör seçimlerinin yapıldığı ve gelecek 10 yıl için belirli kazanımların hedeflendiği bir model gerekiyor. Bunu kurgulamak da, politika aletlerini tarif etmek de mümkün. Ama bunun için öncelikle iktisat politikalarını kurgulayanların uzun dönemli bir vizyona ihtiyacı var. Siyasi ve ekonomik takvim pek tutmadığı için bu genellikle yapılamıyor. Çünkü nereden baksanız 20-25 yıllık bir süreci kapsayacak çalışma hazırlamanız gerekiyor, hiçbir parti de kendisinin burada olmayacağı bir döneme yatırım yapmak istemiyor. Aslında neresinden başlansa, hedeflere ulaşmamızda o kadar yararı olur.

ÇİN DEĞİL BREZİLYA

SÜRPRİZ ÇIKIŞ YAPABİLİR!

Küresel krizin yeni süper güçler yarattığı görüşüne katılıyor musunuz?
Küresel krizin sonunda büyük güçlerin etkisini kaybedeceğine pek ihtimal vermiyorum. Evet, Avrupa Birliği sorunlarını aştığında dünya skalasında geriye gidecek. Zaten bence orası da AB’nin hak ettiği yer… Çünkü AB yıllardır abartılı bir yerde tutuldu, oysa iktisadi altyapısı kendi dışındakilerle başa çıkabilecek kadar güçlü değil.

Bana kalırsa Çin’in veya Doğu Asya ülkelerinin de başa güreşmesi çok zor. Objektif görüşler Çin’in dünyaya gösterdiği tablonun arkasında sıkıntılı olduğuna işaret ediyor. Öncelikle Çin’in benimsedi büyüme modelinin liderlik için yeterli olmadığını biliyoruz. Çin şu anda dışarıdan gelen yatırımcı sermaye ve kendi içindeki işgücü modelinin bastırılması ile büyüyor. Biz bu modele yabancı değiliz aslında. Doğu Asya’nın modeli bu, yüzde 25-30 civarında tasarruf oranı var. Ücretleri istedikleri yerde tutabiliyorlar. Japonya, Güney Kore, Tayvan, Hong Kong, Singapur da bu şekilde ayağa kalktı. Ama daha önce bu modelle büyüyenlerin bir noktada nefeslerinin kesildiğini görüyorsunuz, çünkü ucuz işgücü bitti. Çin’in avantajı bulunduğu hinterlanda müthiş bir işgücü stoğunun olması. Fakat bu hinterlanda siyasi uyuşmazlık da yaşanıyor. Yani Çin’in hem bu büyüme modelinden hızlı bir geri dönüş yapması mümkün değil, hem de mevcut siyasi rejimle devler liginde oynama ihtimali zayıf. Özetle Asya ülkelerinin dünyaya hakim olacağı vizyonu tam işleyecek gibi durmuyor.

Sürpriz çıkış yapabilecek gözüyle baktığınız başka ülkeler var mı?

Bence doğal kaynak zengini Brezilya önemli bir çıkış yakalayabilir. Brezilya’nın Çin’e göre piyasacı dünya ekonomisinde var olma deneyi daha uzun. İhracat pazarları, rekabet edebilecek sanayisi, en önemlisi de dışarıya kendilerini fiyatlandırıp sattığı tarım ürünleri var. Başa oynar demiyorum ama dünyanın büyük ekonomileri arasına girebilir. Tabi burada bir noktaya dikkat çekmekte de yarar var. 20. yüzyılın ilk 10-15 senesinde yapılan bütün çalışmalar, o yüzyılın star ülkesinin Arjantin olacağına işaret ediyordu. Fakat Arjantin, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra tökezlemeye başladı ve hala da ayağa tam olarak kalkmış değil. Bunun için Latin coğrafyasında bu tür öngörüleri ihtiyatlı yapmak lazım.
Bilin ki, önümüzdeki yarım yüzyıl içinde devler arasına ağırlıklı olarak Afrika da girecek. Ancak geçen yüzyılın emparyalizm rüzgarı Afrika’da hala esiyor. Gereken siyasi atılımı yaptıklarında, bunun ekonomiye olan güçlü yansımalarını da göreceğiz.

.KRİZ DEĞİL ZEMİN KAYGANLIĞI VAR!

Peki kriz söylemini bu yıl da duymaya devam edecek miyiz?

Sanmıyorum… Ben krizin faz değiştirdiği söylemine çok da fazla inanmıyorum aslında. 2007 yılında ABD’nin mortgage piyasasında baş gösteren sıkıntı başta biraz hafife alındı. Ama durumun öyle olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Kriz 2008’de reel sektöre sıçradı. Bu tarihteki tartışmalarda müthiş bir karamsarlık vardı. Hatta bu krizin 1930’lardaki büyük ekonomik buhrana rahmet okutacağı ifade ediliyordu. Fakat tüm bu söylemler toplada 6 çeyrekte aşıldı. Çünkü dünyanın her yerinde ekonomilere aktif olarak müdahale edildi ve böylece kriz öngörülenden daha sığ bir noktadan döndü.

Krizden doğru politikalarla ve hızlı çıkan bazı ülkeler düşüş gösterdi ancak bunu kriz olarak yorumlamamak lazım. Çünkü bu ülkeler çıktıkları zeminde duramadıkları için kayarak aşağıya indi. Şimdi kendilerine zemin arayacaklar. Bunlarla birlikte Avrupa kan kaybetmeye, geriden gelmeye devam edecek. 2014’te ibre ufak da olsa pozitife dönebilir umudu var. Bu dünya piyasalarına yansıyabilir ama ben bir kriz daha öngörmüyorum.

Avrupa Birliği cephesinde ekonomik açıdan yaşanan sıkıntıların kısa ve orta vadede yansımaları neler olacak? Bu gelişmeler sizce Türkiye’nin AB politikalarına nasıl yansıyacak?
AB ekonomik açıdan büyük bir deprem yaşıyor, Euro’ya sahip çıkacakları mesajı vererek depremin şiddetini biraz da olsa hafiflettiklerini söyleyebiliriz. Ancak bildiğiniz üzere 2013, Euro Bölgesi’nde seçim yılı olacak. İngiltere’de seçim ufukta daha yeni yeni belirirken, muhafazakarlar seçimden iktidar olarak çıkarlarsa AB üyeliği için referanduma gideceklerini açıkladılar. Şunu kabul etmeliyiz ki, seçimlerde AB’yi sorgulayan bir siyasi blok olacak. Bu durum karşısında AB’yi kuranların ise ajandasında ‘Avrupa Kalesi’ önerisi var. Çin’den Brezilya’ya, Polonya’dan Türkiye’ye ekonomide güçlü gidişat sinyalleri veren ülkelerin de dahil olacağı bir kale oluşturmak istiyorlar. Çünkü Avrupa’nın bu gidişatta zenginleşme şansı giderek azalıyor. Ağır ağabeylerin ne yönde kararlar alacağını hep birlikte göreceğiz.
Öte yandan Türkiye’nin son 5 yıldır ciddi bir AB politikası yok. Bu sürecin öncesinde de, biraz da tarihsel nedenlerden ötürü çok samimi ilişkilerimiz olmadı. Adaylığa kabul edildikten sonra da iki tarafa bir isteksizlik yerleşti. Ben, Türkiye’nin her halükârda AB’ye tam üye olma koşullarını sağlaması gerektiği görüşündeyim. Çünkü bu bizim için bir anlamda dünya ekonomisi ile rekabet edebilme ve uygar ülkeler arasında yer alma koşulu… Bu koşulları sağlamak 8-10 senemizi alır, belki o zaman biz AB’yi beğenmeyiz ve başka ortaklıklar kurma yoluna gideriz.

Kaynak:Lojistik Hattı